%100 Güven

Türkçemize Sahip Çıkalım!


Dil, bir toplumu ulus/millet yapan ortak yapı taşlarının başında gelir. Bu bağlamda (Türk Einstein’i olarak da tanınan öncü bilim adamı ve büyük vatansever Sn. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun deyimiyle),  “ TÜRKÇEMİZ SES BAYRAĞIMIZDIR!”  Bu temelden hareket eden Anayasamız; “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. DİLİ TÜRKÇEDİR” (Md.3) hükmünü getirmiş, ayrıca “...Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez...” (Md.42, son fıkra) kuralıyla da  bu hükmü pekiştirmiş ve uygulama alanı ile ana ilkelerini belirlemiştir.

Kuşkusuz, dilimiz konusundaki bu titizlik sebepsiz değildir. Çünkü, dilini kaybeden ve bu vazgeçilemez değeri başka dillerin tutsağı yapan milletlerin, tarih sahnesinden kısa sürede silindiği bilinen ve yaşanan gerçeklerdendir. Aynı şekilde, kendi dilini yabancı dillerin açık saldırısına karşı korumayan/koruyamayan, bu yöndeki iç ve dış taciz, tasallut ve yozlaşmalara duyarsız kalan devletler ve milletler; en önemli varlık nedenini ve dolayısıyla geleceğini büyük tehlikelere atıyor demektir.
İşte, yıllardır süren, giderek yaygınlık ve yoğunluk kazanan saldırılar karşısında Türkçemiz ve Türkiye maalesef bu görünümü sergiliyor ve ne yazık ki, içimizdeki çeşitli çevreler (eğer işbirlikçi ve/veya hain değillerse), sırf kendi çıkarları uğruna dilimize saldırılara yataklık, hatta yerli tetikçilik yapmaktan geri kalmıyor.

Asla bir dilbilimci olarak değil, yalnızca Türkçeye sevdalı bir emekli bürokrat ve serbest yazar olarak kaleme aldığım bu incelemede; dilimizde yaşanan kirliliği ve bunun nedenlerini irdeliyor, dilin önemine ve başka ülke uygulamalarına değiniyor, ayrıca   kendimce çözüm olarak gördüklerimi açıklamaya çalışıyorum. 

DİLİMİZDE  YAYGINLAŞAN  KİRLİLİK

Dil Kirliliği Nedir?
Türkçemizle bağlantılı olarak dil kirliliğini en basit anlatımla “Türkçenin söz varlığı, kelime yapısı veya dil kuralları yönünden yabancı dillerin saldırısına uğraması” olarak tanımlayabiliriz. Bu tanıma göre kirlenmenin üç ana türü olabilir. Bunların üçünün de ilk bakışta  bir arada olmaması sonucu değiştirmez.

Özellikle, karşılığı (henüz) yok diye, yabancı sözcüklere hoşgörülü yaklaşmak ya da bu sözcüklerin dilimize girişini tehlike/kirlilik olarak görmemek (1) çok yanlış olur. Çünkü bu tutum, yalnızca aydın tembelliğini Türkçemizin zararına ödüllendirmek anlamına gelmez; aynı zamanda bizi yabancı sözcük bağımlısı ve o yolla da çoğu kez farkında olmadan dilimizin  yapısının ve kurallarının yıkımcısı durumuna düşürebilir.

Nedeni çok açıktır: Yabancı sözcükler girdikleri dilde, tıpkı rakı-şişe misali, göründüğü gibi durmaz, kendi özelliklerini de o bünyeye/yapıya taşımaya başlarlar. Başka bir anlatımla; yabancı sözcükler önce yeni bünyede kendilerine yer edinirler, sonra da yavaş yavaş o yapının özelliklerini etkilemeye, bozmaya, kendilerine benzetmeye başlarlar. Bu bağlamda yabancı sözcüklere “dil kirliliğinin TRUVA ATLARI” da diyebiliriz.                                                 Bunun çeşitli acı örneklerini çok yaşadık, halen de giderek artan ölçüde yaşıyoruz.

“Yabancı sözcük” deyiminden maksadımız elbette, uzun süreden beri dilimize yerleşmiş, Türkçeleşmiş, kendi dil kurallarımızla kullanılan ve günlük dilde karşılıkları da pek bulunmayan “asansör, film, metal, motor, komite, konsey, oto, proğram, spor, radyo, televizyon...” gibi sözcükler değildir. Hemen her dilde ufak farklarla yer alan bu tür kelimeler, bir bakıma dünya dillerinin ortak sözcükleri durumuna gelmişlerdir. İşaret etmek istediklerimiz,  aşağıda çeşitli örneklerini vereceğimiz,  bu gibi sözcüklerin dışında olan ve genelde karşılıkları bulunduğu halde dilimize sokulmak istenen, üstelik ait olduğu dildeki yazılış ve/veya söylenişi yanında, kendi dil kurallarıyla bize dayatılan yabancı sözcüklerdir.

Tabela Kirliliği
Kentlerde, özellikle çarşı ve alışveriş merkezlerinde, binaları nerdeyse görünmez yapan tabelaların çokluğu, büyüklüğü ve genelde estetikten yoksunluğu başlı başına bir kirliliktir. Ama esas feci olanı, bu tabelalardaki yazıların Türkçemizi adeta katleden içeriğidir. Şöyle ki:

• Başta İngilizce (daha doğrusu Amerikanca) olmak üzere, tamamı yabancı dilde yazılan ve firma, marka ya da ürün adını ifade eden, çeşit çeşit bize tümden yabancı tabelalar,
• İsim içeriklerinde “center, city, shop, fashion, outlet, sale, discount... “ gibi  yabancı sözcüklerin daha çok veya bolca bulunduğu hastalıklı melez  tabelalar,
• İlk bakışta Türkçe sanılan, ancak üzerindeki kelimelerin okunuş ve/veya yazılışı dilimizde olmayan Batı dillerindeki “ch, q, sh, x, w” gibi harflerle virüslenmiş habis urlu tabelalar,

hemen her gün karşılaşığımız (ve ne yazık ki çoğumuzun da umursamadığı) bu yaygın kirliliğin tipik örnekleri değil midir?

Basındaki Kirlilik
Türk basını da ne yazık ki bu konuda kötü sınav veriyor. Tabii, dil kirliliğinde İstanbul basını başı çekiyor. Haberler ve bunlarla ilgili yorum olarak yazılanların çoğunda, yine başta İngilizce olmak üzere (yaygın kullanılan Türkçe karşılıkları olduğu halde), yabancı sözcüklere yer vermek nerdeyse bir tutku haline gelmiş. Üsterlik, çoğu yabancı sözcük Türkçe söylenişi ile değil, esas dildeki veya İngilizcedeki haliyle metinde yazılıyor. (örneğin Londra yerine London, başkan yerine president, Avro yerine Euro, bigisayar yerine kompüter, dizüstü yerine notbook, moda yerine fashion ... gibi.)

Daha da kötü olanı; Batı şartlanmışlığı yüzünden kendi coğrafyamıza, Türk-İslam dünyasına ait çoğu özel isimlerin de sözde aydınlarımızca dilimizdeki karşılıklarıyla değil, yine İngilizce olarak yazılmasıdır. (Örneğin, Umman yerine Oman ve Halit yerine Khalid, Ömer yerine Omar, Raşit yerine Rachid ... gibi.)

Tabii, bu dil bozukluğu boyalı magazin dergilerinde, gazete eklerinde ve özellikle toplumumuzda kültürel misyonerliğin hızlı TRUVA ATLARI gibi çalışan melez yayınlarda çok daha göze batıyor. Bunların ustaca/sinsice toplumsal bilinçaltımıza yerleştirmeye çalıştığı “bienal, derby, kokteyl, panel, platform, resital, röportaj, millennium ve sempozyum” gibi sözcükleri ne yazık ki çoktan kabullendik bile...

Televizyonlarda Dil Kirliliği
Radyolar ve özellikle TV’lerdeki dil kirliliği basını da sollayacak boyutlara ulaştı. Tabii bu konuda radyo ve TV’lerin bizzat isimleri, haber proğramları ve reklamlar başı çekiyor. Pek çok radyo ve TV’nin ismi yabancı (özellikle İngilizce) sözcüklerden oluşuyor. Genelde doğru dürüst bir dil ve diksiyon eğitiminden geçmeyen, kendi kültür zenginliklerinden ve tarihinden habersiz, ama fiziği ve giyim-kuşamı yerinde olanların sunduğu haberlerde/proğramlarda yabancı kelime kullanmak bir tür entellik sayılıyor.

TV’lerdeki eğlence, magazin, haber ve sanat proğramlarının çoğuna, daha çok ilgi çeker saplantısıyla yabancı ya da karma adlar veriliyor. Bunlar arasında “Adrenalin, Rocktüel, Q-tech, Sound Wave, Song, Homedrom, Dekodizayn, Cosmopolis, Prespektif, Lifestyle, Weekend, Of the Record ... gibi antikalar da vardır. (2)

Reklamlardaki İngilizce sözcükler ise, tanıtımı yapılan mal veya hizmet isminin çoğunlukla yine İngilizce olmasının da bir sonucu. Burada, maalesef bir ithal malı cenneti olan/yapılan ülkemizde, akıl ve mantık dışı “yabancı malı iyidir (!)” saplantısının da bir yansıması var aynı zamanda...

Kısaca; dilimizi de hedef alan, ülkemize ve toplumumuza yönelik dış kaynaklı psikolojik savaşın, ne yazık ki bu alanda da çok etkili olduğu görülüyor.  (3) 

Sanal Dünyadaki Vahim Durum
İletişimdeki baş döndürücü teknolojik yenilikler, sanal alemi özellikle cep telefonu ve internet ile günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline getirdi. Ancak burada kullanılan dil de Türkçemiz olmaktan hızla çıkmakta, İngilizcenin adeta bir alt kolu haline gelmektedir.

Bu vahim gelişme, hem hızla çoğalan İngilizce sözlükler yüzünden olmakta, hem de dilimizdeki “ç,ı,ş,ö,ü” gibi İngilizceye uymayan harfler bahane edilerek yaşanmaktadır. Üstelik, Türkçemiz internet tekniğine en çok uyan dillerden biri olduğu halde, gelişmeler aleyhimize olmaktadır. Tabii, burada teknolojinin ürünü yeni sözcüklere hızla ve uygun/kolay söylenebilir Türkçe karşılıklar bulamamamızın da etkisi çoktur.

Yine de bu konuda büyük emek harcayan ve çok  önemli katkılarda bulunan değerli bilim adamlarımızı ve dilcilerimizi teşvik etmemiz gerekmektedir. (4) Örneğin, kompüter yerine bilgisayar, dijital yerine sayısal gibi; bu öncülerimizin el telefonu karşılığı bulduğu bir harika sözcük olan ‘cep’in İngilizcedeki ‘mobile’ veya ‘handy’yi açık farkla yenmesi, hatta dilimizden silmesi, bizim için bu alanda çok önemli bir adımdır. Bize göre bundaki keramet ise, ‘cep’in yabancı karşılıklarına göre tek heceli oluşu ve çok kolay söylenişidir. Ama ne yazık ki, ‘fax/faks karşılığı bulabildiğimiz ‘belgegeçer’ sözcüğü (?) ile kendi kalemize gol atmaktan da geri kalmıyoruz...

Ticari Hayatta Dil Kirliliği
Türk toplumunun en çok şikayetçi olduğu dil kirliliği, ticari hayatta olanıdır. Tırmalarcasına göze çok batanlarından bazı örnekler verelim:

• Körü körüne yabancı/Batı hayranlığımız yüzünden, ilgi çeksin diye firma/dükkan        -mağazalara yabancı isimler konulması bir tür moda olmuş gibi. Örneğin kuaför,        market, restaurant, hotel, transport, rezervasyon, star, servis/service, şov, spiker,        organizasyon, partner, parti/party, ambülans, limit, diyalog, korner, medya... gibi           yabancı sözcüklere (Türkçe karşılıkları olduğu halde) toplum yıllar yılı           maalesef alıştırıldı.

• Şimdi, Türkçemizi büsbütün sulandırmak, daha doğrusu içerden çökertmek için bunlara yenilerinin, adeta birer virüs gibi eklenmesine dört koldan çalışılıyor. İşte, yine Türkçe karşılıkları olan tipik örnekleri: Shop/shopping, gold, silver, center, chanel, box, check, city, club, concept, drink, eksport, girl, hobby, sponsor, stand, air, fly, life, sky, mega, şarküteri, cafe, cafeteria, staff, start, print, oil, open, weekend, baby, body, store, boy, bus, bye-bye, movie...

• Bununla da yetinilmeyip, üretile ve iç piyasada satışa sunulan mal ve hizmetlere de malum ithal malı tutkumuz nedeniyle çoğu İngilizce olmak üzere yabancı isimler veriyoruz. Çeşitli örneklerine hergün çarşıda pazarda tanık oluyoruz. Özellikle desenleriyle buram buram Anadolu kokan güzelim halılarımıza verilen “violet, gabbe, avangard, lotse ... “ gibi isimlere gelin de kahrolmayın. Tek tesellimiz, bu hastalığın kilimlerimize henüz bulaşmaması.

• O denli modernleştik (!) ve “Batılı”  olduk ki, evimizde artık falanca distribütör firmanın import yaptığı deodorantların her çeşidini kullanıyor, marketten promosyon olarak aldığımız deterjanlarla temizleniyor, kalifiye elemanın imal ettiği relax TV koltuğuna yaslanıyor, lunch tipi açılır masada bistro sandalyeye oturarak fast food’umuzu yiyor,  zigon sehpada expresso cafe’mizi keyifle içiyor, light ışık altında saher pastamızı boğaza yuvarlıyor, prime time içinde uyuşturucu bağımlısı gibi hastası olduğumuz dizileri medical  amaçlı olarak ti-vi’ye pür dikkat fokuslanarak izledikten, televole ve paparazzi proğramlarından günün en son “seviyeli” magazin haberlerini aldıktan ve eski-yeni pop star’larımızın türlü çeşitli marifetlerini öğrendikten sonra; vatandaşlık görevlerimizi en iyi şekilde yerine getirmiş olmanın huzuru içinde, dark odamızdaki super eko yatakta derin uykumuza dalıyoruz... Eh, böylesine “bilinçli, çalışkan ve uyumlu”(!)  bireylerden oluşan bir ülkeyi AB tam üye yapmazsa, gerçekten çok ayıp eder...

•  Bunları da geride bırakan başka bir yozlaşma akımı daha var: Türkçe veya artık Türkçeleşmiş sözcüklerin içine, İngilizcede kullanılan harfleri okunuş biçimleriyle sokuyor ve Türkçeden başka herşeye benzeyen yeni ucube kelimeler üretmekten geri kalmıyoruz. İşte örnekleri: Türk yerine Turk/turka, taksi yerine taxi, şov yerine show, posta kutusu yerine pbx,  aile yerine family, çok daha estetik yazılabilecek “ve” gibi harika bir sözcük yerine, müzikte solfej anahtarını andıran  &, kart yerine card, Anadolu yerine Anatolia, bahçe yerine garden, alet-cihaz yerine aparat, hastane yerine hospital, orta yerine medyum/medium, tıbbi yerine medical, sayfiye yerine resort, indirim yerine sale,  sayısal yerine digital şampiyon yerine champion...gibi.

• Günlük alışverişimizi yaptığımız yerler artık dükkan, bakkal, mağaza, çarşı pazar, hatta market, pasaj diye anılmıyor. Şimdi moda süper/mega market, shop, store, center, mall gibi yerlerden alışveriş yapmak, cafe/internet cafe, bistro bar, nihgt clup, musik hall, patisserie, fitness clup, hair saloon, dreamland gibi yerler, gönlünce takılmak, vakit öldürmek ve “online yaşamak (!)” için seçiliyor... (Günlük kent yaşamında, ticari hayatta, çarşı ve pazarda Türkçemizin kirletilmesinin hangi boyutlara ulaştığı, Sn. Yılmaz Özdil “The yazı”sında (5)  çok açık bir biçimde dile getirilmektedir.

• Dilimize saldırı bunlarla da kalmıyor, bir yandan da kısaltılan isim, terim veya kavramların Türkçe değil, yine İngilizcede olduğu gibi okunmasına türlü yollarla toplum alıştırılıyor. Örneğin IMF’yi olduğu gibi değil, ay-em-ef, IBM/ ay-bi-em, BBC/bi-bi-si, e-mail/imeyl, www/dabıl yu dabıl yu dabıl yu, atvandage/edventıc, message/mesic, HSCB/eyç-es-bi-si... olarak okuyacakmışız. Yoksa; “cahil, dünyadan habersiz (!)” damgasını yeriz. Bu konuda o denli ileri gidiliyor ki, Türkçe isimlerin kısaltmalarındaki t,n,v gibi harfler bile İngilizce “ti, en, vi” olarak okunuyor. Pes doğrusu!..

Diğer Alanlarda
Yukarıda dil kirliliği konusunda verdiğimiz örnekleri daha da çoğaltabiliriz: Özellikle eğitimde, müzikte, sağlıkta, siyasette, sporda, çeşitli bilim dallarında, hatta kimi kamu kurum ve kuruluşlarında ve resmi metinlerde bile çok yaygın dil kirliliği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yozlaşmanın ve kirliliğin çok yaygın olduğu sporun tipik bir dalından, at yarışları üzerinde biraz duralım: Daha düne kadar yarış atlarının isimleri, özenle seçilmiş anlamlı Türkçe sözcüklerle konulurdu.  Elmayanak, Güllükız, Gürhan, Gümüşeyer,  Oyalım... gibi. Ama gelin görün ki, şimdilerde bu güzel adların yerini hızla İngilizceleri/Amerikancaları alıyor: Sun Speed, Cold Deck, Good Bye, Sun Child, Carpe Diem... gibi. Sanırsınız yabancı isimlerle atlarımız daha hızlı koşuyor... (6)

Türkçemizin nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğunu sanıyorum verdiğimiz bu örnekler açıklamaya yeterlidir. Şimdi buraya noktayı koyup, değerlendirme ve çözüm yolları üzerinde durmalıyız.

DEĞERLENDİRME              

Neden Türkçeye Saldırı?
Emperyalizmin maskeli yüzü olan küreselleşme sürecinde tek süper güç kalan ABD ve onunla paralel yarış sürdüren diğer devletler (örneğin AB’nin üç büyüğü olan Almanya, İngiltere ve Fransa), bu yeni dönemde karşılarında yeni büyük güçlerin oluşmasını hiç istemezler. Çünkü, dünya nimetlerini paylaşmada birbirleriyle ve hızla gelişen yeni ülkeler Çin, Hindistan ve Rusya ile esasen yeterli sorunlar yaşıyorlar. ABD ve AB, bu ülkeleri dizginlemek için yalnızca siyasi, ekonomik, teknolojik ve hatta askeri üstünlük ve avantajlarını değil, dil unsurunu da  bir  TRUVA ATI  gibi kullanmaktan geri kalmıyorlar.

Bu bağlamda Türkiye (tıpkı İran gibi) emperyalist Batının hedef tahtalarından biridir. Bir farkla ki, örneğin ABD’nin İran’ı açıkça düşman ilan etmesine karşılık, Türkiye’ye gerekenler “dost/müttefik”(!) makyajı ile “ılımlı” bir dille söyleniyor, tavsiye ediliyor ve uygulatılıyor. Çünkü, Türkiye’yi özellikle ABD ve AB için en azından dizginlenmesi ve kontrol altında tutulması gereken ülke yapan temel özelliklerimiz vardır. Şöyle ki:

• Büyük bir imparatorluğun (Osmanlının) mirasçısı olmamız,
• Emperyalizme karşı verdiğimiz Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Serv’i Lozan’a dönüştürmenin Batıda bozduğu hesapların varlığı,
• Milletimizin tarih ve kültür birikimiyle manevi değerlere ve iç barışa verdiği büyük değer, 
• Hayati derecede önemli bir jeopolitiğe sahip bulunmamız,
• Yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklarımızın zenginliği ve önemi,
• Nüfusumuzun tamamına yakınının Müslüman oluşu,
• Komşularımızla ve özellikle Türk cumhuriyetleriyle çok yönlü  ilişki potansiyelimiz,
•  Atatürk dönemi ile, 1950-54, 1964-72, 1983-88 ve son 5 yıl örneklerinde olduğu gibi, ekonomimizin sahip olduğu büyüme imkanı,
• Geniş bir toprağa ve büyük çoğunluğu 30 yaşın altında olan 79 (73 yurt içi, 6 yurt dışı) milyonluk dinamik bir nüfusa sahip olmamız,
• Ve nihayet ülkemizin eski Roma ve Bizans toprakları oluşu...

Özellikle Batı için bu emsalsiz özelliklere sahip olan Türkiye gibi  “dost ve müttefik” (!) bir ülkenin yalnızca siyasi-diplomatik ve ekonomik araçlarla dizginlenmesi elbette mümkün değildir.

Yakın geçmişin sözde barış gönüllüleri, maksatlı kültür turizmi seferleri, hatta 1999 depremlerinden sonra ve özellikle AB adaylık sürecinde hızlanan misyonerlik faaliyetleri de bu konuda fazla etkili olamamıştır. Ancak bunların yanında;
 
• Büyük genç nüfusumuzun ortaya çıkardığı yaygın eğitim ihtiyacını,
• Küreselleşmenin dümen suyunda hızla dünyaya yayılan iletişim teknolojisindeki çok çekici yenilikleri,

ülkemize yönelik psikolojik savaşın ve kültür emperyalizminin yepyeni birer silahı olarak kullanmak, özellikle ABD için bulunmaz bir fırsat yaratmaktadır. Çünkü her ikisinde de hakim olan dil İngilizce/Amerikancadır...

Dilimiz Neden Önemli?
Dünyadaki 5-6 büyük dilden biri olan “ses bayrağımız” Türkçe; yayıldığı geniş coğrafya ve sahip olduğu tarih derinliği ile çok zengin kelime hazinesine, söyleyiş kalıplarına ve sayısız  inceliklere sahiptir. Bu özellikleriyle de dilimiz yeniliklere ve gelişime fazlasıyla açıktır. Ünlü düşünürümüz Ziya Gökalp’in deyimiyle ”Her sözün ararsan vardır Türkçesi...”   
 
Dil, canlılar gibi yaşayan sosyo-kültürel bir varlıktır.  Bu nedenle, tıpkı bir organizma gibi dil de varlığını sürdürebilmek için kendini korumak, yaşanan ortamalara uyum sağlayabilmek için de beslenme kanallarına sahip olmak ve bunları açık tutmak zorundadır. Burada dilimizin sözcük üretme yeteneği,  söyleyiş-yazılış kolaylığı ile  anlaşılır, sağlam ve tutarlı kuralları birinci derecede görev üstlenir. Ancak dilimizin yaşayarak gelişmesi için bu doğal  organlar tek başına yeterli değildir. Bunların, ‘işleyen demir pas tutmaz’ misali etkin kullanımıyla dilimizin güçlendirilmesi, gelişim ve değişimlere ayak uydurmasının sağlanması kaçınılmaz olmaktadır.

Değerli bilim adamımız rahmetli Prof. Dr. Macit Gökberk bu konuda şunları vurguluyor: “... Dil bir Organizma mıdır?...Organizmalara hayat ülkesinde rastlarız; dili ise kültür alanında buluruz. Organizma,  hayat adını verdiğimiz  varlık çeşidinin bir görünüşüdür, dil ise bir kültür olayıdır... Dil de bir fizik yönü, bir ruhsal yönü, bir de anlam yönü olan üç boyutlu bir yapıdır... Dil de bireyüstü bir yapıdır... Dil, bizden önce bizim için başarılmış bir düşünme olarak karşımıza çıkar... Dil bizim üzerimizde bir güçtür, düşünmemizi, değerlemelerimizi belirleyen bir güçtür... Yaşayan bir dil durmaz, sürekli olarak değişir... Kültür bir bakım işidir... anadilimiz kendi haline bırakılamaz. Ulusal kişiliğimizi en karakteristik bir biçimde dile getiren dilimizin üzerine eğilmek, ona bakmak, onu olgunlaştırmak  zorundayız... (7) 

Aynı konuda değerli dilbilimcimiz Sn. Prof. Dr. Doğan Aksan şunları belirtmektedir: “Yetmiş yıldır Türkçe konuşuyor, elli yıldan beri de dille uğraşıyorum. Ama, hemen belirteyim ki, bugüne kadar düşünürlerin, özellikle de dilbilimcilerin çabalarıyla ilginç niteliklerinin yanında, dilin gizleri büyüsü bütünüyle gün ışığına çıkarılabilmiş değildir. Tıpkı, bütün özellikleriyle hala aydınlatılamamiş olan beyin gibi... Dilin... belirgin özelliklerinden biri, onun yapılmış, bitirilmiş bir yapıt omadığı, dolayısıyla sürekli değişiklikler göstermekte olduğudur...” (8)

Değerli hocamız ve Türkçemizin yılmaz savunucusu Sn. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun şu sözleri, dilimizin önemini vurgulamak için çok anlamlı ve önemlidir: “Türk demek, Türkçe demektir. Ne mutlu Türküm diyene. (Atatürk’ün söylediği budur. Nedense bunun ilk kısmı hiç söylenmiyor, yazılmıyor, bize unutturuluyor.)...Türkçe giderse Türkiye de gider... Gönül akla yön verir. (Batıda ‘gönül’ yoktur.) Dil gönlü yüzdüren gemidir... Aklını matematikle, gönlünü Türkçeyle zenginleştir... “ (9)

Ünlü şairimiz rahmetli Orhan Veli, 61 yıl önce dil konusunda şunları söylüyordu: “Dili her zaman, her yerde, her şeyde düşünmemiz gerekir. Bir takvim yaprağında, bir sokak ilanında, parklara diktiğimiz levhalarda, lokanta listelerinde, hasılı her yerde bir dil davası karşısında bulunduğumuzu unutmamalıyız. Binlerce insan tarafından okunacak bozuk bir cümlenin birçok kişinin aklını çelebileceğini unutmamalıyız.” (10)

Dil ve Düşünce
Bu iki kavram arasında çok yakın bir bağ vardır. Çünkü  düşünme bir bakıma insanın içinden kendisiyle konuşmasıdır. Düşünen insan zihninde sözcükleri sıralar, onlardan cümleler kurar, değiştirir ve yeni söz kümeleriyle bir fikir, bir düşünce bütünü oluşturmaya çalışır. Sonuçta bunlar zaman zaman konuşma olarak ağızdan çıkar ve/veya gerektiğinde yazıya dökülür. Düşüncenin dışa vurulmasını sağlayan dil dediğimiz sihirli anahtar, aynı zamanda düşünceye nitelik ve kimlik de kazandırır, onu bir kalıba ve bir çerçeveye yerleştirir.

Bu kalıp ve çerçevenin bizden olabilmesi, bizim kimliğimizle özdeşleşebilmesi için o kişinin de Türkçemizi iyi bilmesi, kendi dilimizde düşünmesi zorunludur. Zira, kim hangi dile hakimse o dilde düşünür. Şayet kendi dilinize hakim değilseniz ve başka bir dili çok daha iyi biliyorsanız, ister istemez düşünce sistematiğiniz o yabancı dile göre şekillenir.

İş burada da kalmaz, bu eğilim giderek o dil sahipleri gibi düşünmeyi yaratır, kendine yabancılaşma ve çoğu kez farkında olmayarak kendi toplumunda o dilin/ülkenin bir tür gönüllü elçisi/kültür misyoneri olma sonucunu doğurur. 

Başta İngilizce olmak üzere, türlü yollardan yabancı sözcüklerin birer virüs gibi dilimize sızması da (tıpkı, yabancı dilde eğitim faciası gibi), bu başkalaşımı ve kötülüğü, başka bir deyişle beyinleri kiralanmış sömürge aydını kuşaklar tehlikesini beraberinde getirmektedir. Ve ne yazık ki, her ikisi de halen ülkemiz için geçerlidir.

 


TÜRKÇEMİZ İÇİN NELER YAPMALIYIZ?

Başka Ülkeler Ne Yapıyor?
Bu konudaki görüş ve önerilerimize geçmeden önce, diğer ülkelerin kendi dillerini korumada hangi önlemlere başvurduğu konusunda bazı ülke uygulamalarından ilginç örnekler verelim.

• Fransızların dillerine ne denli sahip çıktığı, hatta özellikle İngilizcenin istilasını önlemek için yasa bile çıkardıkları biliniyor. Fransız hükümeti, “Fransa’da Fransızca dışında herhangi bir dil kullanılmasını” ülkenin bölünmezliği ilkesine aykırı buluyor. Bu ülkede nüfusun %19’unu teşkil eden 50’ye yakın etnik grubun Fransızca konuşması bugün de bir zorunluluktur. (11). Fransızların dillerine düşkünlüğü konusunda şu üç örneği de verelim:

- Mart 2006 ayında Fransa’da yapılan bir uluslararası toplantıda bir Fransız işveren lideri konuşmasını İngilizce yapmaya başlayınca, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac toplantıyı terk etmiştir. (12)
- Fransızların ünlü lideri General De Gaulle, bir sözcük sürçmesi sırasında, “Diline aşık Fransız milletinden özür dilerim, cümlemi tekrar ediyorum” derdi. (13)
- “İngilizce istilasını ‘soykırıma eşdeğer bir suç’ olarak tanımlayan Fransız dilbilimci Paul Guth, Paris sokaklarındaki İngilizce yazıların, Nazi işgali       dönemindeki Almanca yazılardan bile fazla olduğu kanısında... Fransa’da       medyada, tabelalarda, şirket anlaşmalarında, faturalarda, iş ilanlarında yasayla       Fransızca kullanma zorunluluğu getirildi... DVD’lere İngilizce altyazı       konmuyor... Çoğu lokantada İngilizce yemek listesi yok... (Bkz. Sn. Can       Dündar’ın 21.12.2006 tarihli Milliyet’teki yazısı.)

• Almanya’da ise, önceleri Latincenin, sonraları da Fransızcanın etkisinde olan Almanca, önce Martin Luther’in 1534 yılında İncil’i ( halkın diline kulak vererek ve çok az yabancı sözcük kullanarak) Almancaya çevirisiyle , daha sonra da Goethe ve Schiller gibi büyük edebiyatçıların Almancaya sahip çıkarak, Alman dilinin gelişmesi sağlanmış ve böylece 1871’de Alman birliği kurulabilmiştir. (Bkz. Sn. M. Gökberk’in adı geçen eseri,  sayfa 109,110.)

Alman Dilini Koruma Derneği, İngilizce sloganlarda ısrar edenlere, Almancayı bir “şempanze dili”ne dönüştürdükleri gerekçesiyle her yıl “Dili Bozma Ödülleri” veriyor. (Bkz. Sn. Can Dündar’ın aynı yazısı.)

Bu gelişmelerin günümüze kadar uzanan seyrinde dile sahip olma bilincinin sürdüğü ve örneğin Almanların dünya dillerinde yaygın kullanımı olan TV/Fernseher, highway/Autobahn, metro/U-bahn, airport/Flughafen, radyo-tv/Rundfunk, IMF/IWF, Cumputer/ETV, FM/UKW... gibi sözcükleri hala kendi dillerindeki sıraladığımız karşılıkları ile kullandıklarını görüyoruz.

Ne var ki, 2006’da başlatılan yeni ve son derece çirkin bir uygulama olarak Almanya’da  Türkçenin okul avlusunda bile konuşulmasının yasaklandığına tanık oluyoruz. Hollanda’nın da fırsatı ganimet bilerek Almanya’nın Nazi dönemini hatırlatan bu uygulamasını benimsediğini görüyoruz. (14)


Görev Kimde?
Dilimize sahip çıkmada hepimizin görevli ve sorumlu olduğumuzu bilmeliyiz. Bunun da yolu; 73 milyonun, hatta yurt dışındaki 6 milyona yakın insanımızın, bunların da ötesinde tüm Türk devlet ve topluluklarında ortak dilimize sahip çıkma bilincini yaratmaktan geçmektedir. Bir ünlü Fransız siyasetçisinin ‘Savaş, askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir’ özdeyişi, fazlasıyla dil için, dilimiz için de geçerlidir. Bu kutsal görevi yalnızca birkaç kuruma, dilbilimcilere bırakırsak, hem dilimize büyük kötüklük yapar, hem de onların omuzlarına çok ağır bir yük bindirmiş oluruz.

Değerli dilbilimcimiz Sn. Kemal Ateş’in (15) vurguladığı gibi, ‘...Dil tamamlanmış bir yapıt değil, sürüp giden bir etkinliktir (...) Dil kurallardan değil, kurallar dilden doğar (...) Dilciler de çoğu kez dilin ardından giderler.’

Özellikle 73 milyon içinde illa da isim sayacaksak, öncelikli görevler; aileye/ana-babaya, her daldan öğretmenlere, yazarlara, yayınevlerine, medya yetkili ve ilgililerine (bunlar içinde özellikle haber ve proğram sunucuları ile reklam/metin yazarlarına -16-, üniversitelere ve bilim adamlarına, tüm kamu kurum ve kuruluşlarına, siyasetçilere, meslek teşekküllerine, sivil toplum kuruluşlarına, iş dünyasının ve ticari-mesleki hayatın içinde -özellikle iletişim ve bilgisayar alanında- olanlara) ve tüm Türk aydınlarına düşmektedir. Bunlar içinde iki grup günümüz koşullarında öne çıkmaktadır: Üniversiteler ve bilim adamları ile yurt dışındaki anne ve babalar...

Yabancı dil istilasını en çok yaşadığımız alan, bilim ve teknolojideki (özellikle iletişimdeki) baş döndürücü yeniliklerdir. Bu yenilikler, bunları keşfedenlerin koyduğu (tamamına yakını İngilizce) isimlerle hızla dilimize, günlük hayatımıza girmektedir. Bunlara karşı ilgili bilim adamlarımız Türkçe karşılık bulmada öncülük etmeli, ilgili kurum ve kuruluşlara yardımcı olmalı ve yeni karşılıklar hızla tanıtılarak, kullanılması için medyanın da katkısı sağlanmalıdır.

Yurt dışındaki 6 milyona yakın nüfusumuzda (ki bunun 5 milyon yakını Avrupa’da ve 2,7 milyonu da Almanya’dadır) çocukların ve gençlerin ana dillerini öğrenmeleri çok önemlidir. Esasen bunları bizden koparmak ve entegrasyon adı altında kendi içlerinde eritmek /asimile etmek için, özellikle Almanya ve Hollanda’da çeşitli hukuk dışı projelerin uygulamaya konulmakta olduğu bir zamanda, gurbet ellerdeki çocuklarımızın kendi dillerini öğrenmeleri çok daha önem kazanmaktadır. Burada da birinci görev aileye/anne-babaya, Türk öğretmenlere ve onlara mutlaka destek olması gereken resmi temsilciliklerimize düşmektedir.

Çözüm İçin Önlemler
Kanımızca mutlaka yapılması gereken; yukarıda belirttiğimiz tüm ilgili ve görevlilerin katkıları ve öncülüğüyle milletçe Türkçemize sahip çıkma konusunda topyekün bir mücadele/savaşım başlatılmasıdır. Karamanoğlu Mehmet Beyin yüzyıllar öcesinde yaptığını,  yarın çok geç olmadan her Türk insanının kendi ölçüsünde yapması artık kaçınılmaz olmuştur. Yoksa, bu gidişle zengin “gönlümüz”, onu yüzdüren ve uçsuz bucaksız deryalara salacak olan  o muhteşem gemiden yoksun kalacak, korsanların ve yaban ellerinin tutsağı olacaktır. Çünkü, dahi bilim adamımız Sn. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun deyimiyle, ‘Dil, gönlü yüzdüren gemidir.’

 


 Bu konudaki görüş ve düşüncelerimiz şunlardır:

1. Ortak akıl ve eylem için uzun vadeli bir strateji ve proğram hazırlanmalıdır: Dilimiz için topyekün mücadele amacıyla ortak aklı oluşturmak/geliştirmek, atılacak ilk adım olmalıdır. Çünkü, birbirinden kopuk eylemler genelde çelişkiler ve kafa karışıklığı yaratır; bu da ilgiyi ve katkıyı azaltır. Bu bakımdan ilgili kurum ve kuruluşlarla dilbilimcilerin öncülüğünde, en kısa sürede (bir dil kurultayı da yapılarak) bu yola gidilmelidir. 

2. Dil anlayışımız, yaşadığımız ve konuştuğumuz Türkçe olmalıdır: Tarih ve kültür bağlarımızın, inancımızın ve coğrafyamızın doğal sonucu olarak asırlardan beri dilimize girmiş ve artık bizden olmuş özellikle Arapça ve Farsça sözcükleri yaşadığımız  Türkçeden  ayıklamaya çalışmak çok yanlış olur. Adet, adalet, ahlak, ahiret, aile, amir, arazi, faiz, fakir, haber, haram, hata, irade, kalp, siyah, ücret ... gibi Arapça veya amaç, arzu, ateş, bağ, bahçe, baht, bestekar, defterdar, şehir, hastane, havadar, kafes, kemer... gibi Farsça kökenli sözcükler, karşılıkları olanlarla birlikte bizim dil ve kültür zenginliğimizdir; tarih ve kültür derinliklerimizle olan ve asla koparılmaması, aksine genç kuşaklara/geleceğe mutlaka uzatılması gereken, sağlam bağlarımızdır.

Bu düşünceyi “yeni Osmanlıca” olarak adlandırmak çok yanlış olur. İngiliz       Geoffrey Lewis “Dünya dilleri arasında kelime sayısı bakımından İngilizceye       yaklaşan tek dilin ‘Osmanlıca’ olduğunu söyler. (17) Kastettiği Türkçedir. Ama       kendine mal olmuş Arapç ve Farsça kelimelerle birlikte olan Türkçe....

Benzer durum Batı dilleri arasında da fazlasıyla vardır. Örneğin, İngilizce ve Almancadan latince/İtalyanca ve Fransızca kelimeleri ayıklarsanız, geriye abuk-sabuk birer dil kalır. Halen dünyanın en yaygın dili olarak kullanılan İngilizce esas itibariyle; birer Germen kabilesi olan Anglar ve Saksonların adalara tasıdığı Almanca, İskandinav asıllı olup Kuzey Fransa’ya/Normandiya’ya yerleşen ve oradan da İngiltere’yi istila eden (Fransızcanın etkisindeki) Normanların getirdiği Fransızca ile, İrlandalılar-Galliler-İskoçların ataları olan Keltlerin dillerinden oluşur. Bu durumda, aynı mantıkla İngilizce  “yabancı” sözcüklerden ayıklanabilir mi?..

3. Yaşadığımız Türkçe,  aşırı öz/arı Türkçe ve Osmanlıca akımlarının kıskacından kurtarılmalıdır:

a) Dil kendi doğal yatağında akıp giden bir ırmak gibidir. Suyun akışını hızlandırmak için dere yatağını temizlemek, çevreye zarar verdiği gibi, sele de yol açar. Irmağın akışını yavaşlatmak için setler oluşturmak ise, gölcüklere ve sonrasında taşkınlara neden olur. O halde, dilimizin doğal gelişimi için sel  de göl de zararlıdır. 

Elbette tüm yeni keşif ve icatlar için Türkçe sözcükler bulmaya çalışmalıyız .   Ancak bu öncelikle  ülkemizin genel gelişmişlik düzeyi ile ilgilidir. Gelişmiş ve teknolojide öncü bir ülke oluncaya kadar, bu konuda yeni sözcükleri dilimize kazandırmak  ve (halen ileri, gelişmiş devletlerin yaptığı gibi) öteki dillere empoze etmek yerine, ne yazık ki şimdilik titizlikle izlemek, bunlara hızla dilimizin yapısına uygun karşılıklar bulmak zorundayız. 

Ayrıca, bulunan Türkçe karşılıkların uygunluğu ve toplumda kabul görmesi  de çok önemlidir. Yanlış seçilen ve günlük hayatta benimsenmeyen sözcükler çoğu kez ölü doğmaktadır.  Bu konuda  ilgililere çok önemli görevler düşmektedir. (Bkz. “cep” ve “belgegeçer” örnekleri: Özellikle iletişimle ilgili olup, aşağıda ilginçlerini sıralayacağımız, değerli bilim adamlarımızın bu konuda çok önemli çalışmaları vardır.)

b) Yabancı sözcüklere karşılık aramada aşırıya kaçmamalıyız: Örneğin, Batı dillerinden çeşitli yollarla aldığımız ve kendi dil kurallarımıza uyarlayarak yaygın şekilde kullandığımız bütçe, döviz, finans, kanal, medya, mekanik, moda,  radyo, salon, spor, telefon, televizyon ... gibi sözcükleri de dışlamamalıyız.

c) Dilimizin gelişmesi için Osmanlıca konusunda da duyarlı olmalıyız. Aslında dilbilim anlamında Osmanlıca diye bir dil yoktur. Söz konusu olan; Osmanlı sarayı, resmi mevzuat, idari yapı ve bunların etki alanları ile Türkçemizin Arapça ve Farsçanın etkisinde kendi köklerine ve yapısına yabancılaştırılmasıdır. Üstelik bu yapay dil hiçbir zaman halk tarafından benimsenmemişti. Cumhuriyetle ve devrimlerimizle artık dünde kalan Osmanlıcanın (hele bu ad altında Arapça ve Farsçanın),  kimi zaman denendiği üzere (örneğin 1950’li yıllar) eskisi gibi tekrar Türkçemize sokulması düşünülemez. (18)
            
Ancak, geçmişimizle tarih ve kültür-sanat bağlarımızı koparmamak için,   “Osmanlıca” dediğimiz sözcük, deyim ve kalıpları da belli eğitim dallarında ve edebiyat derslerinde öğretmeliyiz. Bu konuda örneğin Nutuk ve İstiklal Marşı gibi iki şaheser ölçü olabilir. Kanımızca, ortalama bir lise öğrencisinin bu eşsiz eserleri, birkaç istisna ile esas dilinde okuyup anlayabilmesi gerekir.

Öte yandan, özellikle genç kuşaklara Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyetimizin kuruluşunu en etkili biçimde anlatabilmek (ve günümüzdeki iç-dış tehditleri daha iyi anlayabilmek) için, o kutsal mücadelenin sembolleri olan kavramları da  asılları ve günümüz Türkçesiyle mutlaka bilmeli ve öğretmeliyiz. “Asla unutmamamız gereken kavramlar” olarak bu konuda seçtiklerimizin bir listesi (EK:1)’de verilmiştir.

Ayrıca, diğer diller gibi Arapça ve Farsça öğrenmek de gereken eğitim kurumlarında veya üniversitelerde mümkün olmalıdır. Konunun bu yönü, en azından aynı coğrafyayı paylaşmamız ve büyük potansiyel taşıyan ticari- ekonomik ilişkilerimizi geliştirmemiz için kaçınılmazdır. 

Sırası gelmişken, yukarıda değindiğimiz yabancı dil ve Osmanlıca konularında,            değerli dilbilimci Sn.Kemal Ateş’in görüşlerini de yine “Türkçem Mahzun Ben            Mahzun” adlı eserinden özetle nakledelim: “Geride bıraktığımız kocaman bir            tarihten hiç ders almamış gibi görünen iki anlayış, eğitim ve bilim            kurumlarımızı zorluyor. /Bunlardan birincisi, önce tercüman, sonra bilim            adamı olmamızı istiyor. Onlara göre varsa yoksa İngilizce... Makalelerinizi            İngilizce yazarsanız on beş puan, Türkçe yazarsanız beş puan. Bu, açıkça kendi            dilimizi cezalandırmak değil mi? /İkinci anlayış ise, önce imam, sonra bilim            adamı, öğretmen, gazeteci, bankacı olmamızı istiyor. Onlara göre            Osmanlıcayı, Arapça ve Farsçayı herkes öğrenmeli. /Türkçe iki cepheden            böyle zorlanıyor. (...) Bu iki anlayışa karşı ses bayrağımızı dalgalandıracak            üçüncü bir gücü canlandırmak zorundayız.”

4. Türkçemizi, doğduğu ve büyüdüğü/geliştiği coğrafya ile de zenginleştirmeliyiz: Tarih ve kültür bağlarımızın derinliklerinden gelen Türk devlet ve topluluklarıyla çok yönlü ilişkilerimizi yeniden oluşturmaya çalışırken; Anadolu’ya geldikten sonra zamanla unuttuğumuz veya köklü değişime uğrayan ya da farklı anlamda kullandığımız, ancak oralarda hala yaşayan güzel sözcükleri de günlük yaşamımıza yeni bir zenginlik ve o kardeş ülkelerle  çok önemli  birer köprü olarak dilimize kazandırmalıyız. Büyük önder Atatürk’ün bu konda “Dil, tarih ve inanç bir köprüdür. Bu köprüyle sınırlarımız ötesindeki insanlarımıza ulaşacağız” dediğini ve bize bu yönde çok değerli bir hedef verdiğini de asla unutmamalıyız.

Bunun yanında, Türkçe konuşan devlet ve toplulukların bir ortak dili konuşmaları bağlamında ortak alfabeye geçmeleri çok büyük bir dönüm noktası olacaktır. Bu konuda, Nisan 2006 ayında Çeşme’de toplanan Türk Kültür Kurultayı’nın sonuç bildirgesinde (5. madde); “Türkiye Türkçesinin Türk dünyası için ortak dil olması görüşü benimsenmiştir” denilmiş olması, bu yönde atılmış çok  önemli bir adımdır.

Bu yönde atılacak her adım; bize büyük hedefi gösteren ulu önder Atatürk’le birlikte,  Türkçe için ferman çıkaran Karamanoğlu Mehmet Beyin ve Kırım’ın Bahçesarayı’ndan Tercüman’ıyla 18. asırda “Dilde, fikirde, işde birlik“ diye haykıran Gaspıralı İsmail’in aziz ruhlarını şadedecektir.

5. Asrın harikası olan bilgisayarı/interneti dilimizin zararına değil, yararına kullanmaya özel önem ve öncelik vermeliyiz: Çağdaş yeniliklere ayak uydurabilmek için, özellikle iletişim teknolojisinin gerektirdiği Türkçe sözcükleri hızla ve elbirliğiyle bulup dilimize yerleştirmeliyiz. Bize göre internet, dillerin ve kültürlerin yeknesak/tekdüze olması için değil, tamamen aksine, bunların çeşitliliğinin korunması ve geliştirilmesi için bir araçtır, öyle olmalıdır. Aksine bir düşünce, küreselleşmenin bir tür “Amerikalılaşma” ve internetin de bunun bir aracı olduğu baskın görüşüne bizi ve İngilizce dışındaki tüm dil mensuplarını teslim eder.

Bu nedenle, öteki dillerin bu alanda verdiği mücadelede/savaşımda, değerli dilbilimci Sn. Prof. Dr. Aydın Köksal’ın çok yerinde deyimiyle “yeryüzünün en düzgün yapılı dili olan Türkçe” de mutlaka yerini almalıdır.

6. YÖK ve üniversitelerimiz akademik çalışmaların, bilimsel araştırma sonuçlarının/ma makalelerin Türkçe yazılmasına öncelik vermeli, bunları teşvik etmelidir: Bu alanda örneğin  İngilizceye öncelik verilmesi kabul edilemez bir yanlışlıktır. Bu,  ancak dış bağlantı ve tanıtım için tercümede düşünülmelidir. Bu tür çalışmalar hem ilgili dergilerde ve hem de özet olarak internette özel bir sitede yayınlanmalıdır. Türk bilim adamlarının özellikle Türkiye’de eserlerini örneğin İngilizce yazmalarını istemek veya buna sessiz kalmak, o insanlarımızın zamanla Türk kültürüne değil, ilgili medeniyete maledilmesi yanlış ve haksız sonucunu doğurur.

Tarihte de böyle olmuştur. Öz be öz Türk  Farabi, İbn-i Sina ve Mevlana gibi ulu bilginlerimiz, eserlerini Farsça yazdıkları için o uygarlığın birer mensubu olarak bilinmektedirler. Tarih, tekrarlanmak için değil, ders almak için öğretilir.
 
7. Kamu kurum ve kuruluşları ve özellikle RTÜK yasal görev ve yetkileri çerçevesinde resmi işlerle radyo ve TV’lerdeki dil kirlenmesine karşı etkin önlemler almalıdır: Bu bağlamda öncelikle haber ve proğram sunuculuğu için kurs ve diploma koşulu getirilmeli, saplantı ve taklit ürünü yabancı  dildeki proğram isimleri yakın izlemeye alınmalı; resmi yazışma, görüşme ve kanallarda yabancı sözcüklerin kullanılmaması sağlanmalı, özel kuruluş ve kanallara da bu yönde telkinde bulunulmalıdır. (Genel Kurmay Başkanlığı’nın bu konudaki genelgesi, diğer kamu kuruluşlarına da örnek olmalıdır.)

8. Anayasamızdaki (Md:134) “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” bünyesinde yer alan Türk Dil Kurumu, çalışmalarında öncü ve birleştirici olmalıdır: Ortak davada dil derneği, benzeri gönüllü kuruluşlar ve yaptıkları çalışmalar asla dışlanmamalı, bunlardan olabildiğince yararlanılmalıdır. Asla unutmayalım ki; Türkçemize yapılan yoğun dış saldırılar karşısında gün, sen-ben kavgalarıyla zaman öldürmek ve ömür törpülemek günü değil, birlik ve dayanışma günüdür. 

9. Yerel yönetimler Türkçemize mutlaka sahip çıkmalıdır: Başta belediyelerimiz olmak üzere yerel yönetimlerimizin bu konuda teşvik edici ve mali yaptırımlarla karşı önlem alıcı yönde yapacakları çok şeyler vardır. Güzel örneklerine sıkça tanık oluyoruz. İşyeri ruhsatı verilmesi ve belediye gelirleri mevzuatı bu konuda etkin olarak kullanılabilir. Son zamanlarda bu konuda basında yer alan Türkçe mağaza, marka ve ürün ismi kullanmaya yönelik kampanya ve yayınlar sevindiricidir.

10. Kanunla kurulan meslek teşekkülleri  ve sivil toplum kuruluşları da Türkçe konusunda üyeleri üzerinde yetki kullanmalıdır: Başta TOBB bünyesindeki  ticaret ve sanayi odaları, sanayi odaları ve borsalar ile TESK bünyesindeki esnaf ve sanatkar kuruluşları olmak üzere; tüm ilgili birim ve derneklerin, öncelikle dil konusunda şu yeni anlayışa gelmeleri artık zorunludur: Tüm bu ve benzeri kuruluşlarla dernekler, yalnızca devletten hak aramak için değil, aynı zamanda kamu düzeni ve ortak çıkarlarımız/geleceğimiz adına, üyeleri üzerinde yetki  kullanmak için de var oldukları bilincini  (bir tür kamusal sorumluluk olarak) edinmelidirler...

11. İthal ürünlerde Türkçe kılavuz için tüketici hakları kullanılmalıdır: Tüketici hakları da yasal güvenceye sahip olmasına rağmen, çoğu kalitesiz yığınla ucuz  ithal malı yasaya aykırı olarak Türkçe kullanma kılavuzu olmaksızın çarşıyı, pazarı istila ediyor. Bundan zararlı çıkan da vatandaş oluyor. Bu konuda satıcı/esnaf ve tüketici dernekleri, ekonomik zararlarımızı önlemek ve Türkçemizi desteklemek amacıyla etkin görev yapmalıdır. Son samanlarda bu alanda başlatılan kampanyalar ümit vericidir.
 
12. Yazılı basın yetkili ve görevlileri Türkçemize sahip çıkmalıdır: Gazete ve dergilerin sayfa düzeni yapılırken ve uygun başlıklar seçilirken, yalnızca haberin çarpıcı (!) olmasına değil, uygun bir Türkçe ile verilmesine de özen gösterilmelidir. Basın kuruluşları bu konuda ortak eğitici çalışmalar yapmalıdır. (Bu çalışmalarda, örneğin sıkça yapılan ve Batı takliti yanlışlardan olan virgül yerine nokta kullanılmasını önlemek bile bir başarı olur.) Okur da Türkçemize sahip çıkarak, gazete yönetimini uyarmalı, eleştirmelidir.

13. Türkçemizin geliştirilmesi ve yaygın kullanımını teşvik için YASA  ÇIKARILMALIDIR: İlk önerimiz olan strateji paralelinde ve yukarıdaki öteki tüm önerilerimizin genel çerçevesi niteliğinde çıkarılacak böyle bir yasa için tüm ilgili kurum ve kuruluşlar; siyasal partilerimizi, milletvekillerimizi ve hükümetimizi göreve davet etmelidir. Bu yasanın kapsamlı bir hazırlık sonrasında TBMM’den oybirliği ile çıkması çok etkileyici olacaktır.

Karamanoğlu Mehmet Beyin, 15.5.1277’de ferman çıkararak Türkçe konusunda gösterdiği duyarlılığı en azından günümüz yetkililerinden beklemek,  diline ve dolayısıyla geleceğine sahip çıkmak isteyen Türk milletin  en doğal hakkıdır. Günümüzdeki dil kirliğinden hareketle bu konuda çok yerinde bir yakınmayı dile getiren, e-posta yoluyla aldığımız  “Kayıp” adlı  yazıyı ekte sunuyoruz. (EK:2)
 
14. Atasözlerimizi ve Deyimlerimizi Mutlaka Yaşatmalıyız: Ulusların yaşamında her
      kuşağın görevi, kendisinden sonra gelecek nesillere daha güzel şeyler bırakmak,
      onların daha uygun koşullarda yaşamasını sağlamaktır. Bunu yapabiliyorsak ne ala,
      yoksa geriye gidiyoruz demektir.

Bu görüş dilimiz için de fazlasıyla geçerlidir. Türkçemizi zenginleştirmek, geliştirmek ve güzelleştirmek hepimizin ve her kuşağın önde gelen görevi olmalıdır. Bu yönde çaba göstermemiz gereken konulardan biri de ATASÖZLERİMİZ ve DEYİMLERİMİZ/ ÖZDEYİŞLERİMİZ olmalıdır. Atalarımızın asırlar boyu özenle yaşattığı, çoğalttığı ve toplum yaşamımızla özdeşleştirerek bizlere armağan ettiği bu harika sosyal yapıtları biz de geliştirerek, yeni örneklerle süsleyerek gelecek nesillerimize aktarmalıyız.

Bu anlamda duyarlı olmamız gereken kuralların en önemlisi; bu alandaki her güzelliğimizin (tıpkı bir tarihi eser gibi) aslında olduğu ve/veya halkımızın dilinde kullanıldığı gibi korunmasıdır. Başka bir anlatımla; atalarımızdan yadigar bu emsalsiz sosyal sanat yapıtlarımızı, aşırı öz Türkçe veya Osmanlıcaya dönüş tutkusuyla tercüme etmeye, değiştirmeye kalkışmamamız gelir. Aksi takdirde yazılı metinlerimiz,  özellikle edebiyatımız ve günlük yaşamımızdaki sohbet dili, tarih ve kültür zenginliklerimizin vazgeçilemez köprüsü/taşıyıcısı olan en büyük lezzet unsurlarından birinden yoksun kalmaya başlar. Dilimiz giderek öksüzleşir. Bu konuda seçtiğimiz örnekler ekte sıralanmıştır. (EK:3)

15. Deyimlerimizi de Dil Kirliliğinden Kurtarmalıyız: Özellikle İngilizce/Amerikanca etkisindeki melez, yarı tercüme ve/veya özenti deyimler, Türkçemizde bu alanında da giderek yaygınlaşan kirliliğe yol açmaktadır. Seçtiğimiz örnekler ekte yer almıştır. (EK:4)
      
16. Dile Sahip Çıkma Bilincini Pekiştirmeliyiz: Bu konuda da hepimiz görevliyiz. Ama öncelik ailenin, okulun, ilgili kuruluşların ve medyanın olmalıdır. Önceki yıl 12 Mayıstaki “Yunus Emre Şiir Akşamları” ile  13 Mayısta yapılan “729. Türk Dil Bayramı” geçen yıl çok daha coşkulu bir şekilde kutlanmıştır. Bu arada, Ankara’da Mayıs 2006’da açılmış olan bir alışveriş merkezine “ANKAmall” adının verilmek istenmesine gösterilen haklı tepkileri de belirtelim. (Bkz. Ankara Hürriyet’te Sn. Y. Bayer’in 6-7 Mayıs 2006 tarihli yazıları.)

Tamamen Amerikan taklitçiliğinin, saplantının sonucu ve dilimize açık bir saldırı      olan bu ad mutlaka değiştirilmeli, gönülden katıldığım Dil Derneği’nin bu yöndeki       girişimleri herkesçe desteklenmelidir.
   
17. Kelime Üretmede Türkçenin Gücünü Kullanmalıyız: Giderek artan, yabancı sözcüklerin Türkçemize girmesi tehlikesi karşısında, dilimizin çok sağlam yapısından gelen kelime üretme gücünü de kullanarak, mutlaka yeni sözcükler bulmalıyız. Türkçemize büyük hizmetleri olan değerli bilimadamı Sn.Prof. Dr. Doğan Aksan, “Türkçenin Gücü” adlı eserinde, “Yalnızca Türkiye Türkçesinde ‘sür(mek)’ kökünden 100 kadar, ‘ci’ kökünden (47+49=) 96 ve ‘gör’ kökünden 74 sözcük türetildiğini” örnekleriyle göstermektedir.

Burada öncelikli görev üniversitelerde, bilim adamlarında, okullarda ve ilgili meslek kuruluşlarında olmalıdır. Türk Dil Kurumu (TDK) dışında bu yönde çok güzel adımlar da atıldı, atılıyor. Örneğin; ODTÜ Türk Bilişim Derneği’nin (TBD) “Bilişim Terimleri Sözlüğü”, Sn. Prof. Dr. Bülent Sankur’un “Bilişim Sözlüğü” (CD), Sn. Esat Tüze’nin “Uluslararası İktisat Terimleri Sözlüğü” ve 9 Eylül Üniversitesi’nin “Biyoistatistik Terimler Sözlüğü” özellikle dikkatimi çekenlerdir.

Bu güzel örnekler hızla çoğalmalı ve yapılacak ortak çalışmalarda “en uygun olanlar” seçilip çok yönlü kampanyalarla tanıtılmalıdır. En uygun olanı ararken, yalnızca yabancı sözcüğün Türkçe anlam karşılığına değil, sözcüğün/nesnenin işlevine de bakmalı, ayrıca kısaltmalar da düşünülmelidir. Amerikancadan dilimize giren pek çok sözcüğün/terimin ad kısaltmaları olduğunu unutmayalım. (BASIC, CAD/CAM, CEO, CIF, COBOL, FED, IBM, IMF, NATO... gibi.)  İki aşamalı çalışma, bulunan sözcüğün kabul görmesi bakımından çok önemlidir. Sözcüğün kısa ve kolay söylenmesi, seçmede temel ölçütler olmalıdır. Daha önce verdiğimiz  “cep” ve “belgegeçer” zıt örneklerinde olduğu gibi...

SONUÇ

Atatürk ve Türkçemiz
Büyük önderimizin her alanda olduğu gibi, dilimizin gelişmesi konusunda da çok büyük çabaları olmuştur. Atatürk Devrimleri’nin başında elbette dil/alfabe devrimi gelir. Gazi Mustafa Kemal’in şu söyledikleri, O’nun Türkçemize sahip çıkmada, bize çok önemli bir vasiyeti olarak kabul edilmelidir:

• “Türk Dili, Türk Milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk Milleti geçirdiği sayısız sarsıntıların  içinde ahlakının, erdemlerinin, gelenek ve göreneklerinin, hatıralarının, kısaca kendi milliyetini oluşturan her şeyin diliyle korunduğunu görüyor. Türk Dili, Türk Milleti’nin yüreğidir, hafızasıdır.”
......
• 2.9.1930 tarihinde Sabri Maksudi Arsal’ın  “Türk Dili için” isimli eserine yazdığı kitabede dil ile milli mevcudiyet arasındaki bağı şöyle izah ediyor: “Milli his ile milli dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istikbalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” (19)

 

 

Son Söz
Zorunlu olmadıkça kullandığımız her yabancı sözcük, Türkçemize sıkılmış bir kurşun gibidir. Dilimizin düşmanı değil, can dostu olalım. Çünkü ulsal birliğimizin ve dirliğimizin devamı, “ses bayrağımız” dilimize bağlıdır. 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dip Notlar:
(1) Bkz. Sn. Hayati Develi’nin “Dil Doktoru” adlı eseri (3F yayınları)
(2) Bkz. 19.2.200 tarihli Yeni Çağ’da Sn. A. Tekin’in yazısı. 
(3) Medyadaki dil yanlışları konusunda bkz Sn. Sevgi Özel’in “Dilimde Tüy Bitti”, Çınar Yıyınları       Ocak 2006, İstanbul) ve Sn. Feyyaz Hepçilingirler’in “Türtkçe  ‘Off’ -1 ve 2   (Everest Yayınları     No:363 ve 395, İstanbul) adlı eserleri .
(4) Bu konuda özellikle  Prof. Dr. Aydın Köksal’ı şükranla anmak isteriz.
(5) Bkz. Sn. Yılmaz Özdil’in 24.12.2006 tarihli Sabah Gazetes’ndeki “The yazı”sı.
(6) Bkz. Sn. Sevgi Özel’in adı geçen eseri, sayfa 167.
(7) Bkz. adı geçenin” Değişen Dünya Değişen Dil” (YKY, Ekim 2000/İstanbul) adlı eseri.
(8) Bkz. adı geçenin “ Dil, Şu Büyülü Düzen” (Bilgi Yayınları, Mart 2003 Ankara) adlı eseri.
(9) Bkz 2.6.2006 tarihinde TRT 1’de yapılan Türkçe konulu açık oturum. Ve hocanın 4 kitabı.
(10) Bkz. 11.4.2006 tarihli Tercüman’da Sn. Ali Akmanlar’ın “Yaşayan Türkçe” adlı köşe yazısı.
(11) Bkz. 2.3.2006 tarihli Tercüman’da Sn. Necdet Sevinç’in köşe yazısı.
(12) Bkz. 29.3.2006 tarihli Sabah Gazetesi’ndeki  “Bye Bye Türkçe” adlı yazı/haber.
(13) Bkz. 13.5.2006 tarihli Tercüman’da, Sn. Sırrı Yüksel Cebeci’nin köşe yazısı.
(14) Bkz.  29.1.2006 tarihli Sabah, 4.2.2006,18.2.2006 ve 19.2.2006 tarihli Hürriyet’teki konuya ilişkin haber ve köşe yazıları.
(15) Bkz. Sn. Kemal Ateş’in ‘Türkçem Mahzun Ben Mahzun’ adlı eseri. (İmge Kitapevi, Eylül 2005)
(16) Bu konuda bkz. 7.2.006 tarihli Cumhuriyet’te Sn. Efdal Sevinçli’nin ‘Türkçenin Askerleri: Reklam/Metin Yazarlar’ adlı yazısı.
(17) Bkz.Hayati Develi’nin aynı eseri,sayfa: 71
(18) Benim gibi 1940’lı yıllarda doğanlar, 1950’li yıllarda resmi dile şu Osmanlıca sözcüklerin ısrarla         sokulmak istendiğini, ancak bunların halk tarafından benimsenmediğini çok iyi hatırlar:         Bakanlar Kurulu yerine İcra Vekilleri Heyeti, riyaset/başkanlık, vekil/bakan, ruzname/gündem,         Genel Kurmay Başkanlığı/ Erkanı Harbiyei Umumiye Riyaseti, Münakalat Vekaleti/Ulaştırma         Bakanlığı, Sıhhat ve İctimai Muavenet Vekaleti/Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Nafia        Vekaleti/Bayındırlık Bakanlığı, Divanı Muhasebat/Sayıştay, Şurai Devlet/Danıştay, Müddei        Umumi/Savcı.
(19) Bkz.  Sn. Necdet Sevinç’in Tercüman Gazetesi’ndeki  “Dil yarası” yazısından (2006)

                                 E   K   L   E   R

EK:1- Asla Unutmamamız Gereken Kavramlar
                                                              
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlının da yenilmesi sonrasında, 30 Ekim 1918 tarihli Modros Mütarekesi (Ateşkes Antlaşması) ile belirlenen sınırlara rağmen; başta İngiltere, Yunanistan ve Fransa olmak üzere, galip devletlerin vatan topraklarımızı yer yer işgale başlamaları üzerine, yurdmuzun  dört bir yanında milletimizin gösterdiği tepkiler çığ gibi artmış ve Mustafa Kemal Paşa önderliğinde, adına “Milli Mücadele” dediğimiz, bizi büyük zafere ve devamında Cumhuriyet’e ulaştıran o kutsal hareket başlamıştır.

Asla unutmamamız gereken o günleri daha iyi anlamak ve anlatmak için hepimiz, o olağanüstü dönemin aşağıda sıraladığımız temel kavramlarını asılları ile birlikte mutlaka bilmeli, birer ata emaneti gibi özenle korumalı ve gelecek nesillere aktarmalıyız:

• MİSAK-İ MİLLİ: Ulusal And, Osmanlı Merbusan Meclisi’nin Mondros Mütarekesi’nden sonra, 28 Ocak 1920 günü gizli oturumunda oybirliği ile almış olduğu ve yeni/hedef milli sınırlarımızı çizen tarihi karar.
 
• MÜDAFAA-İ HUKUK: Türk milletinin tüm haklarını dünyaya karşı savunmak.

• KUVAİ-MİLLİYE: Bu hakları savunmak için ilk aşamada milletin yurdumuzun her köşesinde oluşturduğu ulusal güçler/milis kuvvetleri.

• YA İSTİKLAL YA ÖLÜM: Bu hedefe yürürken parolamız; ya tam bağımsızlık, ya ölüm.

• HATTI MÜDFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR: Savaş stratejimiz. Atatürk’ün, dünya savaş tarihinde bir ilk olan savunma stratejisindeki çok büyük yenilik. Belli bir hat yerine, alanı savunma/oynak savunma.

• HAKİMİYET-İ MİLLİYE: Milli hakimiyet/ulusal egemenlik, mücadelenin siyasi hedefi.

• MUASIR MEDENİYET: Çağdaş uygarlık düzeyi, bunun da üzerine çıkmak, Atatürk’ün bize verdiği ekonomik, sosyal ve kültürel hedef idi.
 
• TEKALİF-İ MİLLİYE: Ortak hedef için olağanüstü ulusal vergiler ve aynî  borçlanmalar.

• HEYET-İ TEMSİLİYE:  Temsil Kurulu; başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin seçtiği ve Ankara’da TBMM’ni açan Milli Mücadele’nin öncü kadrosu.

• MİLLİ MÜCADELE: Tüm bu kavramların ortak adı. Ulusal Kurtuluş Savaşı...

Bunların dışında, Atatürk’ten bize miras kalan ve yine unutmamamız, asılları ile birlikte mutlaka yaşatmamız gereken altın değerinde başka  kavram, deyim ve özdeyişler de  vardır. Örnekler:

• Ulusal Kurtuluş Savaşımız’ın, en yetkilisinin ağzından özet tarihi olan, ünlü başucu  kitabımız “Atatürk’ün Nutku”nu “söylev” olarak da adlandırabiliriz. Ama aslını da unutmamak kaydıyla...

• Atatürk’ün Gençliğe Hitabı’nda yer alan “gaflet, dalalet ve ihanet...” (aymazlık, sapkınlık ve hainlik) ifadesi olmadan, çizmiş olduğu ibret tablosunu nasıl doğru ve tam  anlayabiliriz ve genç kuşaklara anlatabiliriz?

• “Atatürk umde ve inkılapları” yerine, “Atatürk ilke ve devrimleri” daha uygun düşmez mi? Ancak  “... umde ve devrimler” gibi, “... ilke ve inkılaplar” demek de doğru olmaz.

• “Muasır medeniyet” yerine  “çağdağdaş uygarlık” günümüze çok uygun düşer. Ancak  bu güzel deyimin aslını da bilmek gerekir. Buna karşılık,  “çağdaş medeniyet” gibi, “muasır uygarlık” da  uygun olmaz. (Hemen belirtelim ki, “çağdaş uygarlık” dayimi, sözde aydınlarımızın saplantısı olan “Batı”dan çok daha geniş ve uygun anlamlıdır.)

• “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” yerine “Yurtta Barış, Dünyada Barış” da       diyebiliriz. Ancak burada da eski-yeni karışımı  yapmak yanlış olur.

• “En hakiki mürşit ilimdir”i günümüz Türkçesiyle “En gerçek yol gösterici bilimdir” şeklinde elbette söyleyebiliriz, söylemeliyiz. Ancak aslını da belleklerimize kazımamız gerekmez mi?..

Sonuç olarak; bu kutsal savaşımıza damgasının vuran, onun temeli ve simgeleri olan, özellikle Atatürk’ün sıkça kullandığı bazı temel deyim ve kavramların asıllarını da yaşatmak, böylece bu kavramlarla zenginleştirilen Türkçemizi, dünü anlamada/unutmamada sağlam bir anahtar olarak kullanmak önde gelen ödevlerimizden olmalıdır.

Ancak bu yolladır ki; büyük önder Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ve yakın silah arkadaşlarının bu millet için, vatanımız için, bağımsızlığımız için o devrin çok zor koşullarda neleri başardıklarını, Cumhuriyeti nasıl kurup büyük devrimlerle yaşattıklarını çok daha iyi anlayabiliriz.

EK: 2- Kayıp

29.3.2006 günü Sn. Erol Tutal dostumun eliyle “kayıp” rumuzlu aşağıdaki e-postayı almıştım. İnternette olan bu yazı, kendisine de bir arkadaşından gelmiş.  “... Yazanı kadar sizin de yüreğinizi acıtıyorsa; lütfen tüm tanıdıklarınıza göndererek, varlığımızın göstergesi dilimiz, Türkçe’miz için siz de bir katkıda bulununuz” notu ile gelen bu çok anlamlı iletiyi, konumuzla da tam örtüştüğü için sizlerle paylaşmayı görev biliyorum:

 “ARIYORUM: Karaman oğlu Mehmet Bey’i arıyorum. Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
 Bir ferman yayınlamıştı: (13.5.1277) ‘Bu günden sonra divanda, dergahta, bergahta, mecliste, meydanda, Türkçe’den başka dil konuşulmaya’ diye, hatırlayanınız var mı?
 Dolanın yurdun dört bir yanını, çarşıyı, pazarı, köyü, şehri, fermana uyanınız var mı?
 Nutkum tutuldu, şaşırdım merak ettim, dolandığınız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere, gördüklerine, duyduklarına üzüleniniz var mı?
 Tanıtımın demo, sunucunun spiker, gösteri adamının showman, radyo sunucusunun discjokey, hanım ağanın first lady olduğuna şaşıranınız var mı?
 Dükkanın store, bakkalın market, torbasının poşet, mağazanın süper/hiper-gros market, ucuzlığun damping olduğuna kananınız var mı?
 İlan tahtasının billboard, sayı tabelasının skorboard, bilgi akışının brifing, bildirgenin deklerasyon, merakın/uğraşın hobby olduğuna güleniniz var mı?
 Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı, beldelerin girişinde welcome, çıkışında good-bye okuyanınız var mı?
 Korumanın/muhafızın body-guard, sanat ve meslek pirlerinin duayen, itibarın/saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?
 Sekinin/alanın platform, merkezin center, büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final, özlemin/hasretin nostalji olduğunu öğreneniniz var mı?
 İş hanımızı plaza, bedestenimizi galeria, sergi yerlerimizi center room/show room, büyük şehirlerimizi mega kent diye gezeniniz var mı?
 Yol üstü lokantamızın fast-food, yemek çeşitlerimizin mönü olduğu yerlerde, hesabını adisyon diye ödeyeniniz var mı?
 İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks, köşklerimizi villa, eşiğimzi antre, bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?
 Sevimlinin sempatik, sevimsizin antipatik, vurguncunun spekülatör, eşkiyanın mafya, desteğe (bilemediniz koltuk çıkmağa) sponsorluk diyeniniz var mı?
 Mesireyi/kır gezintisini picnic, bilgisayarı computer, hava yastığını air-beg, pekalayı/oluru okey diye söyleyeniniz var mı?
 Çarpıcı/önemli haber flash haber, yaşa varol sevinçleri  oley oley, yıldızları star diye seyredeniniz var mı?
 Vırvırık dağının tepsindeki köyde, cafe-show levhasının altında, acının da acısı, neskaaaave içeniniz var mı?
 Toprağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken, dilimizin çalındığını, talan edildiğini, özün el diline özendiğine içi yananınız var mı?
 Masallarımızı, tekerlemelerimizi, şarkılarımızı türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik, Türkçe’miz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?
 Karaman oğlu Mehmet Bey’i arıyorum, göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
  Bir ferman yayınlamıştı... Hayal meyal hatırlayıp da sahip çıkanınız var mı?..”

Sonuç olarak; dil konusunda ağlanacak halimiz için, bilmem ki söylenecek başka söz var mı?

EK: 3- Atasözlerimiz ve Deyimlerimizi Korumalıyız

• Taşıdığımız  “yürek” her zaman “kalp” olamaz.
• “Yüreğin yetmesi” cesareti, kişinin “kalbinin olması” ise yerine göre hem duygusallığı, hem de o kimsenin kalp rahatsızlığını ifade eder.
• “Albayrak”  yerine  “akbayrak” diyebilir miyiz?
• “Alsancak” bizler için “aksancak” olabilir mi?
• “Beyaz peynir”i soframızda “akpeynir” olarak görebilir miyiz?
• Karagün dostu olan “ak akçe”dir, “beyaz akçe” değil.
• Bize helal olan anamızın “ak sütü”dür, “beyaz sütü” değil.
• Birileri “karakaş”ımıza hevesli olur, “siyahkaş”ımıza değil.
• Hacivat “Karagöz”le yaşar, ama “siyahgöz”le bir kez daha ölmez mi?
• Bit pazarına yağan-yağmayan “nur”dur, “(kutsal) ışık” değil.
• “Nurlu ufuklar” yerine “(kutsal) ışıklı ufuklar” denmesi siyasetçilerimize çok yavan gelmez mi?
• “Hazan yaprağı” yerine “sonbahar yaprağı” dersek, şairlerimizin renk paletlerinden bir güzelliği atmış olmaz mıyız?
• “Baş yapıt” yerine “kafa yapıt” dense, baş-göz yarmış olmaz mıyız?
• Mecbur kalıyorsak “kafa atmak” varken adama ne diye “baş atmak” için uğraşalım?
• “Akılsız” başın zahmetini “idraksiz” kafaya çektirebilir miyiz?
 
Sonuç olarak, bunların hepsi de bizimdir, bize miras kalmıştır ve dil zenginliğimiz için kazançtır. Ancak, yerli yerinde kullanmak, kaş yaparken göz çıkarmamak koşuluyla...

EK: 4- Deyimlerimizi Dil kirliliğinden Kurtarmalıyız

Sporda:
•  Sporcu “yarışa başlar”, yarışta “start almaz”.
• Futbolcu “topa yükseklik kazandırdı” yerine, “topu havalandırdı” desek olmaz mı?
• Oyuncu “korner atma” yerine “köşe vuruşu” yapsa gol olmuyor mu?
 
Ekonomide:
• İşletmenin yerleşmiş “faaliyet karı”ını neden “operasyonel kar” yapıyoruz?
• Güzelim “nakit akışı” neden “cash flow” olsun?
• “Sermaye piyasaları”mızı niçin “kapital marketler”e çeviriyoruz?
• Firmaların “hizmet merkezi”ni hangi amaçla “servis center” yapıveriyoruz?
• “Alışveriş merkezi”ni “shopping center”e dönüştürünce müşterileri artıyor mu?
• Yabancı şirketle “ortak yatırım” değil de “joint venture” anlaşması yapınca, iş çok daha mı karlı oluyor?
• Ekonomide “resesyon” yerine “durgunluk” olunca piyasalar daha zor mu açılıyor?
• Şirketlerin “iş planı” yerine, niçin “business plan”ı kullanıyoruz?
• Borçları “konsolide etmek” yerine “uzun vadeye yaymak” daha güzel değil mi?
• İşletmelerde neden “auditing” yapıyoruz da “denetim” yapmıyoruz?
• Dövizin “votalite”sine “oynaklık”, altının “trend”ine “seyir/eğilim” desek kriz mi olur?
• Bütün bunları yapınca, “küresel sermaye” yerine “globalleşen kapitalizm” bizlere bolca ödül/ madalya mı veriyor?..

Bilgisayarda:
• Bilgisayardaki yazıdan “print” almak yerine “çıktı” alsak günaha mı gireriz?
• Tertemiz “veri tabanı”mız varken, ne diye elin “database”ini kullanalım?
• “Online işlem”e dilimizin güzelliği için “tele işlem” dersek  hatlar mı karışır?
• Tv için “digital yayın” oluyor da neden “sayısal yayın” olmuyor?
• Tıpkı “sayısal loto”da olduğu gibi...
 
Sağlıkta:
• “Tıp dergisi” varken niçin “medical magazin” okuyalım? Doktora “operasyon” yerine “ameliyat“ yaptırsak,  daha mı pahalı olur?
•  Doktorlar  “konsültasyon”u unutup hastalığa “ortak tanı” koysa, hasta küser mi?
• “Hipertansiyon”u olan hastanın “yüksek tansiyon”u daha zararlı mıdır?
• “Depresyona giren” adam “bunalıma girse” kurtarılamaz mı? 
• “Transplantasyon” tutkusu “organ nakli”ni niçin önlesin?..

Çeşitli:
• “Kıraathane”den bozma “kahvehane”mizi ve “kahve”mizi bir de “cafe” ile neden hançerleyelim?
• Yetmezmiş gibi, bunlara ayrıca niçin “internet cafe” kurşunu sıkalım?
• Hani, nerede Türk kahvesinin  40 yıllık hatırı?..
• Tercüman “simültane” yerine “anında” çeviri yapamaz mı?
• Benzini “doldur” değil de  “full yap” deyince daha mı ucuz  oluyor?
• Sanatçının “imaj yapıcısı”na neden “imaj maker” diyelim?
• Çocuklara “tolerans” yerine “hoşgörü” gösteremez miyiz?
• Mankenin “transparan” giysisi “saydam/şeffaf” olamaz mı?
• Politikacılarımız ”konsensüs“ yerine “uzlaşma/mutabakat” sağlayamazlar mi?
• Nakliyeci “transport” değil de “taşıma” yapsa kamyonu mu devrilir?
• Açık oturumda “panelist” değil de “konuşmacı/tebliğ sunucu” söz alsa, dinleyeni olmaz mı?

Sonuç olarak; örneklerini çoğaltabileceğimiz bu tür kirliliklerden güzel Türkçemizi korumada da hepimiz, ama hepimiz birinci derecede görevli ve sorumluyuz. Bunu da hiç unutmamalıyız.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol